Alfabe Devriminden Rahatsızlık Duymak
Alfabe devrimi üzerinden Türkçe'nin “özünden uzaklaştırıldığı” iddiası, dilbilimsel gerekçelerle değil, alışkanlıklarla kurulan bir nostaljiyle besleniyor. Alfabe devrimi ve öz Türkçe arayışlarına yöneltilen eleştiriler ise duygusal tepkilerle teknik gerçekleri birbirine karıştırıyor.
Dilin “Özü” Nerede Başlar, Nerede Biter?
Son dönemde bazı köşe yazılarında Türkçenin özünden uzaklaştırıldığı, doğal seyrinin kesildiği, hatta kuşa çevrildiği iddiasıyla sert eleştiriler dile getiriliyor. Bu metinlerde hedef genellikle Cumhuriyet döneminde yapılan dil reformları, özellikle de öz Türkçe arayışları oluyor.
Ancak bu eleştirilerin temelinde ciddi bir kavramsal karışıklık ve mantıksal bir çelişki bulunuyor.
“Öz” Derken Neyi Kastediyoruz?
Türkçenin özü denildiğinde, hangi tarihsel dönemin referans alındığı sorusu kaçınılmazdır. Arapça ve Farsçanın yoğun etkisi altındaki Osmanlı Türkçesi mi “öz”dür, yoksa bugün Orta Asya’da hala konuşulan, çok daha az dış etkiyle şekillenmiş Türkçe lehçeleri mi?
Eğer “öz” kelimesi tarihsel kökeni ifade ediyorsa, Türkçenin en arı biçimleri Anadolu’da değil; Kazakça, Kırgızca, Türkmence gibi lehçelerde yaşamaktadır. Bu durumda Arapça ve Farsça yüklü bir dili “asıl Türkçe” saymak, tarihsel gerçeklikle örtüşmez.
Burada savunulan şey çoğu zaman Türkçenin özü değil; belirli bir dönemin seçkin yazı dilidir.
Dilin Doğal Akışı mı, Alışkanlıkların Savunusu mu?
“Dili doğal seyrine bırakmadık” deniyor. Ancak burada durup sormak gerekir:
Dilin doğal seyri gerçekten neydi?
Dil dediğimiz şey, doğası gereği değişen, uyumlanan ve yenilenen bir yapıdır. Tarihte hiçbir canlı dil yüzyıllar boyunca aynı biçimde kalmamıştır. Diller arası etkileşim her zaman vardır; ancak dil, kendi yapısal bütünlüğünü koruyabildiği sürece canlı kalır.
Bu nedenle bir dilin yabancı dillerden gereksiz derecede fazla sözcük, hatta kendi dilbilgisine uygun olmayan tamlama yapıları almasını “doğal”, sadeleşmesini ise “doğaya aykırı” saymak başlı başına bir çelişkidir.
İlk Düğme Gerçekten Yanlış mı İliklendi?
Dilde yaşanan sorunların kaynağı olarak alfabe değişikliği gösterilecek kadar ileri gidiliyor. Alfabeyi değiştirirken ilk düğmeyi yanlış iliklemişiz; ondan sonra her şey yanlış gitmiş...Açıkça şu ima ediliyor: Arap Alfabesini terk etmemeliydik.
Bu iddia, duygusal olarak güçlü görünebilir; ancak dilbilimsel ve teknik olarak savunulabilir değildir.
Türkçe, yapısı gereği ünlü (sesli) harfler üzerine kurulu bir dildir. Anlam ayırt edici unsurların önemli bir bölümü sesli harflerde yatar. Arap Alfabesi ise:
- ünlüleri ya hiç göstermez ya da ikincil işaretlerle gösterir,
- aynı yazımın birden fazla biçimde okunmasına yol açar,
- Türkçenin ses zenginliğini yazıda görünmez kılar.
Örneğin Türkçede bulunan bazı sesli harfler Arapçada yoktur; dolayısıyla bunları karşılayacak harfler de bulunmaz.
gül – göl – gal – gel – gıl gibi kelimeler, Arap Alfabesinde neredeyse aynı iskeletle yazılır.
Bu, Türkçe için yapısal bir körlüktür.
Kendine özgü büyük bir yapı ve anlam derinliği olan Arap Dilinin ses ve dilbilgisi özellikleri elbette kendi alfabesine uygundur. Ancak bu yapı, Türkçeninkinden temelden farklıdır.
Türkçeye uyarlanmış Latin Alfabesi ise:
- her sese karşılık bir harf ilkesine dayanır,
- okunduğu gibi yazılır, yazıldığı gibi okunur,
- Türkçenin fonetik doğasıyla uyumludur.
Bu nedenle alfabe değişimi bir “kültürel ihanet” değil, teknik bir zorunluluktu.
Şapka Tartışması: Sorun Alfabe mi, Sözcüğün Kendisi mi?
Arapça kökenli bazı sözcüklerdeki anlam farklarının şapkayla gösterilmesi örnek veriliyor ve bunların Latin Alfabesiyle yazılamadığı ima ediliyor.
- Hamit (öven) / Hâmid (övülen)
- Âbid (ibadet eden)
Burada sorun alfabe değildir. Asıl sorun şudur:
Bu anlam ayrımları, Türkçe'nin iç dinamiğinden değil, Arapçanın kendi dil yapısından gelir.
Yani Türkçe, başka bir dilin:
- kök sistemini,
- anlam katmanlarını,
- ses uzunluklarını
taşımaya zorlanmaktadır.
Bu, dile zenginlik katmak değil; dile ait olmayan bir yükü onun sırtına bindirmektir.
Türkçenin bu ayrımları eksiksiz taşıyamaması bir yoksulluk değil; kendi kimliğine ve doğasına sadakatidir.
“Olay” Yerine “Hadise”: Dile İyilik mi, Alışkanlık mı?
“Olay” sözcüğü yerine “hadise”yi tercih etmenin dile iyilik olduğu da sorgulanmalıdır. Anlam farkı yoksa, iletişim açısından bir kazanç sağlamıyorsa, neden yabancı kökenli olan daha değerli sayılıyor?
Burada dilsel değil, ideolojik bir hiyerarşi devreye giriyor: Yabancı olan derin, yerli olan basit kabul ediliyor.
Bu, dil sevgisi değil; tarihin belli bir dönemine özgü alışkanlıkların kutsanmasıdır.
Bilim Diline Yönelik Tepki: Yanlış Hedef
Bazı felsefe metinlerinden alınan ağır terminoloji örnekleri üzerinden “dilin çığırından çıktığı” iddia ediliyor. Oysa bu, bilimin doğasını ve bilimsel metinlerin karakterini yanlış anlamaktır.
Her bilim alanının kendine özgü bir dili vardır. Felsefeyi gündelik konuşma diliyle yargılamak, onu ya anlayamamak ya da baştan reddetmektir.
“Tin” Sözcüğü Örneği
Felsefi metinlerde geçen “tin” ve benzeri sözcüklerden rahatsızlık duyulduğu anlaşılıyor.
Oysa tin, Eski Türkçede “can, ruh, yaşam soluğu” anlamına gelir ve Batı felsefesindeki Geist kavramına karşılık olarak kullanılmıştır.
Sorun sözcüğün anlamsızlığı değil; öz Türkçeden uzaklaşma sonucu bazı Türkçe sözcüklerin kulağa yabancı gelmesidir.
Yapay dil önce alışkanlık haline getirilip sonra terk edilince, dil bozulmuş sanılıyor.
Sonuç: Asıl Çelişki
Bir yandan:
- Dil doğal akışına bırakılmadı.
deniyor.
Öte yandan:
- Türkçeye yapısal olarak uymayan bir alfabe ve sözcük sistemi savunuluyor.
Bu büyük bir çelişkidir.
Türkçenin özü, başka bir dile yaklaşmakta değil, kendi sesine, kendi yapısına ve kendi düşünme biçimine güvenmektedir.
Dili korumak, onu geçmişin kendine özgü koşulları olan özel bir döneminde dondurmak değil; onu kendi kimliğiyle bugünü ve yarını anlatabilecek güçte tutmaktır.